Rusya’yı Okuyamamak: Ukrayna Savaşında Yanlış Analizlerin Tekrarı ve Sahadaki Gerçekler

 


Uluslararası ilişkiler literatürü, devletlerin davranışlarını rasyonel çıkar hesapları ya da klasik teoriler üzerinden açıklamayı uzun süre temel yöntem kabul etti. Ancak Rusya örneği, bu şematik okumaların çoğu zaman yetersiz kaldığını gösteriyor. 2014’te Kırım’ın ilhakı, 2022’de Ukrayna’ya yönelik geniş çaplı saldırı ve bugün gelinen noktada yaşanan yeni cephe çatışmaları, “Rusya’yı okuyamama” sorununu uluslararası akademi dünyasında defalarca gözler önüne serdi. Pek çok uzman Kremlin’in askeri hamlelerini blöf olarak değerlendirdi, saldırı ihtimalini küçümsedi veya savaşın birkaç haftada biteceğini öngördü. Daha yakın dönemde ise Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesiyle barışın hemen tesis edileceğini, hatta Alaska görüşmesi sonrasında sürecin hızlanacağını iddia eden yorumcular öne çıktı. Bu tahminlerin hiçbiri sahadaki gerçeklerle örtüşmedi.

Rusya’yı doğru analiz edebilmek için yalnızca diplomatik protokollere, normatif çerçevelere ya da Batı merkezli teorilere yaslanmak yeterli değildir. Kremlin’in davranış kalıpları tarihsel hafızayla, kendine özgü politik felsefeyle, iç politik dengelerle ve askeri kapasitenin sınırlarıyla doğrudan bağlantılıdır. Bugün Polonya ve Romanya sınırında yaşanan drone ihlalleri, Kremlin’in NATO ile “fiili savaş” söylemini güçlendirirken; Ukrayna cephelerinde süren yıpratma savaşı, Moskova’nın kısa vadeli çözümler yerine uzun vadeli bir direniş stratejisini tercih ettiğini göstermektedir. Bu nedenle, makalenin temel amacı Rusya’nın politikalarını en gerçekçi biçimde okumaya çalışmak ve yanlış analizlerin tekrarına düşmemektir.

Bu makalede, Rusya’nın yanlış okunduğu örnekler ışığında metodolojik bir çerçeve sunmaya çalışacak, Polonya ve Romanya’daki hava sahası ihlalleri, NATO’nun tepkisi ve Kremlin’in söylemleri ele alacağım. Kremlin’in yaz aylarındaki diplomatik manevralarına odaklanıp barış ve ateşkes ihtimalleri, tarafların vazgeçemediği talepler üzerinden değerlendireceğim. Böylelikle hem güncel gelişmeler ışığında sahaya dair bir tablo çizilecek hem de Rusya’yı okumak için hangi kriterlerin dikkate alınması gerektiği ortaya koymaya çalışacağım.




Rusya’yı Okuyamamak

Uluslararası ilişkiler alanında en sık tekrarlanan sorunlardan biri, Rusya’nın politikalarını doğru analiz edememe meselesidir. Kremlin’in karar alma süreçleri, Batı merkezli normatif çerçevelerle okunmaya çalışıldığında sıklıkla hatalı çıkarımlar ortaya çıkmıştır. Bunun en çarpıcı örnekleri, Ukrayna savaşının başlangıcından bu yana yaşanan yanlış öngörülerdir. 2022 öncesinde pek çok uzman, Moskova’nın askeri bir saldırıya girişmeyeceğini, Putin’in Batı’yı korkutmak için blöf yaptığını savunuyordu. Fakat kısa bir süre sonra geniş çaplı işgal harekâtı başladığında bu öngörüler geçerliliğini yitirdi. Benzer bir hata, savaşın ilk aylarında Kiev’in hızla düşeceği ve Ukrayna’nın teslim olacağı beklentisiyle tekrarlandı. Bu yorumlar, Ukrayna toplumunun direnç kapasitesini ve Kremlin’in stratejik sabrını göz ardı etti. Yıllar sonra da benzer bir tablo yaşandı: Trump’ın ABD başkanı seçilmesi ve Alaska’daki görüşme sonrası barışın “kaçınılmaz” olduğu yönünde yorumlar yapıldı. Ancak bu değerlendirmeler de Rusya’nın gerçek taleplerini, savaşın dinamiklerini ve Kremlin’in temel stratejik hedeflerini hesaba katmadığı için sahadaki gelişmelerle çelişti.

Bu yanlış okumaların ortak özelliği, Kremlin’in politik davranışlarını Batı’nın kendi rasyonalite anlayışı üzerinden değerlendirmekten kaynaklanmasıdır. Batılı akademisyenler çoğu zaman güç dengesi, caydırıcılık veya ekonomik rasyonalite üzerinden hareket ederek Rusya’nın karar alma mekanizmasını açıklamaya çalışıyor. Oysa Kremlin’in davranışlarını yönlendiren faktörler yalnızca jeopolitik çıkar hesaplarından ibaret değildir; tarihsel deneyim, imparatorluk hafızası, güvenlik algısı ve politik felsefe, bu kararların temel belirleyicileridir. Bu unsurlar dikkate alınmadığında, Rusya’nın politikaları her defasında “öngörülemez” ya da “irrasyonel” olarak etiketlenmekte; gerçekte ise Moskova, kendi iç mantığı çerçevesinde tutarlı bir strateji izlemektedir.

Rusya’yı Doğru Okumak

Rusya’yı doğru analiz edebilmek için öncelikle Kremlin’in politik felsefesini kavramak gerekir. Bu felsefenin birkaç temel boyutu vardır:

1) Güvenlik Önceliği ve Kuşatma Algısı
Kremlin, Batı’nın genişlemesini tarihsel olarak sürekli bir tehdit olarak algılar. NATO’nun doğuya doğru ilerleyişi, Rusya açısından yalnızca askeri bir risk değil; aynı zamanda devletin varoluşuna yönelik stratejik bir meydan okumadır. Bu noktada, Moskova’nın farklı ülkelerin NATO üyeliğine verdiği tepkiler arasındaki asimetri dikkat çekicidir. Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılımına görece sessiz kalınırken, Ukrayna’nın üyelik ihtimali doğrudan savaş sebebi olarak tanımlanmaktadır. Bu durum, Kremlin’in tehdit algısının salt coğrafi genişleme ile değil, aynı zamanda tarihsel, kültürel ve jeopolitik faktörlerle şekillendiğini göstermektedir.

Finlandiya ve İsveç, Soğuk Savaş döneminde tarafsızlık politikalarıyla bilinen, Rusya için stratejik tehdit algısını görece sınırlı düzeyde tutan devletlerdi. NATO’ya katılımları Moskova için elbette hoşnutsuzluk yarattı, ancak bu ülkeler Rusya’nın tarihsel nüfuz alanının dışında görülmekteydi. Ayrıca Kremlin, Baltık ve İskandinav bölgesinde askeri dengeyi uzun yıllardır NATO lehine değişmiş kabul etmişti; bu nedenle Finlandiya ve İsveç’in üyeliği stratejik denklemi daha da kötüleştirse de “varoluşsal” bir kırmızı çizgi olarak algılanmadı.

Ukrayna ise bambaşka bir konumda durmaktadır. Tarihsel olarak Rusya’nın imparatorluk hafızasının merkezinde yer alan, kültürel ve kimliksel olarak “Rus dünyası”nın ayrılmaz bir parçası sayılan Ukrayna’nın Batı ittifakına katılması, Kremlin açısından yalnızca sınır hattında bir güvenlik açığı değil, aynı zamanda ulusal kimliğe ve tarihsel sürekliliğe yönelmiş bir saldırı anlamı taşımaktadır. Moskova’nın perspektifinde, Ukrayna’nın NATO’ya katılması, Rusya’nın jeopolitik nüfuz alanının kalbinde bir boşalma yaratacak, Doğu Avrupa’daki tüm stratejik dengeyi geri dönülmez biçimde Batı lehine değiştirecektir.

Bu nedenle Kremlin, Ukrayna’nın NATO üyeliğini “kırmızı çizgi”nin ötesinde, doğrudan savaş sebebi olarak konumlandırmaktadır. Rusya için mesele yalnızca askeri üstünlük değil; ulusal hafızanın, kültürel kimliğin ve stratejik nüfuz alanının korunmasıdır. Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliği kabul edilebilir bir stratejik kayıp olarak görülürken, Ukrayna’nın üyeliği ülkenin varoluşunu tehdit eden bir jeopolitik kırılma olarak okunmaktadır.

2. Egemenlik ve İmparatorluk Hafızası
Rusya’nın dış politik felsefesinde egemenlik, yalnızca devletin bağımsızlığını sürdürme yetisiyle sınırlı değildir. Kremlin, egemenliği aynı zamanda kendi etki alanını koruma, nüfuz sahasında düzeni belirleme ve bu düzenin dışarıdan müdahalelerle sarsılmasını engelleme gücü olarak yorumlar. Bu yaklaşım, Batı’daki devlet merkezli ve Westphalia sonrası egemenlik anlayışından farklıdır; zira Rusya için egemenlik, mutlak sınırlar içinde kalmak yerine geniş bir coğrafyada sürekli teyakkuz halinde bulunmayı gerektirir.

Tarihsel olarak bu düşünce, Çarlık döneminden itibaren “tampon bölgeler” oluşturma stratejisinde köklenmiştir. Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve daha sonra Almanya karşısında jeopolitik güvenlik kuşağı yaratma ihtiyacı, Rus devlet aklının ayrılmaz bir parçası oldu. Sovyetler Birliği döneminde ise Doğu Avrupa’daki Varşova Paktı ülkeleri, Moskova için yalnızca müttefik değil, aynı zamanda Sovyet güvenliğinin ileri karakollarıydı. 1991’de Sovyetler’in dağılmasıyla bu güvenlik kuşağının çöktüğü algısı, Kremlin’in zihninde bir “jeopolitik felaket” olarak yer etti.

Bu nedenle eski Sovyet coğrafyası, Moskova tarafından doğal nüfuz alanı olarak görülmektedir. Gürcistan, Ermenistan, Moldova ya da Orta Asya ülkelerindeki gelişmeler, Kremlin için yalnızca diplomatik dosyalar değil, doğrudan iç güvenlik meselesi olarak okunur. Ukrayna ve Belarus gibi ülkeler ise bu bakışta ayrıcalıklı bir konumdadır; çünkü tarihsel, kültürel ve ekonomik bağları Rusya’nın kendi kimliğinin ayrılmaz parçası olarak kabul edilir. Bu bölgelerde Batı’nın etkinliği, Moskova’nın gözünde yalnızca “dış politika başarısı” değil, Rusya’nın varoluşsal güvenlik dokusuna yönelik bir tehdit anlamına gelir.

Kremlin’in müdahaleci tavrını açıklayan da bu zihinsel çerçevedir. Batı dünyasında “egemen devletlerin kendi yolunu seçme hakkı” uluslararası düzenin temel ilkelerinden biri olarak görülürken, Rusya’nın politik felsefesinde komşu devletlerin bu tercihi, doğrudan Moskova’nın egemenlik alanına yönelmiş bir saldırı olarak değerlendirilir. Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile yakınlaşması, Gürcistan’ın NATO üyeliğine göz kırpması ya da Moldova’nın Batı ile entegrasyon arayışları, Kremlin tarafından yalnızca dış politika eğilimleri değil, Rusya’nın güvenlik hattına yapılmış stratejik hamleler olarak algılanmaktadır.

Dolayısıyla Rusya’nın sürekli müdahaleci görünmesi, Moskova’nın bu genişletilmiş egemenlik anlayışının doğal sonucudur. Kremlin açısından komşu coğrafyalarda olup bitenler, “dış politika” kategorisinin ötesinde “ulusal güvenlik” kategorisinin parçasıdır. Bu perspektif dikkate alındığında, Rusya’nın Gürcistan’da 2008’de Güney Osetya ve Abhazya’ya müdahalesi, 2014’te Kırım’ın ilhakı ya da 2022’den itibaren Ukrayna’ya yönelik geniş çaplı işgali, birbirinden kopuk adımlar değil, aynı felsefi çizginin süreklilik arz eden yansımalarıdır.

3) Çatışmayı Araçsallaştırma
Moskova’nın siyasal tahayyülünde savaş, uluslararası düzenin olağan akışını kesintiye uğratan bir sapma değil; politikanın sürekliliğini farklı bir düzleme taşıyan meşru bir enstrümandır. Kremlin açısından cephedeki şiddet, müzakere masasında belirlenmek istenen koşulların bir uzantısıdır. Bu nedenle çatışma ile diplomasi birbirini dışlamaz; bilakis eşzamanlı işleyen, birbirine alan açan iki paralel süreç olarak değerlendirilir.

Rusya’nın modern dış politika pratiği bu yaklaşımı açıkça teyit etmekte. 2008’de Gürcistan’da birkaç gün süren savaşın sonucunda yalnızca Güney Osetya ve Abhazya’nın statüsü değişmedi; aynı zamanda Batı’ya yönelik yeni bir güvenlik paradigması dayatıldı. 2014’te Kırım’ın ilhakı, uluslararası sistemde olağanüstü bir kırılma gibi sunulsa da Kremlin için imparatorluk hafızasının ve güvenlik alanının yeniden tesisi anlamına geliyordu. 2015’te Suriye’ye yapılan askeri müdahale, Moskova’yı bölgesel denklemin dışından alıp küresel güvenlik mimarisinin merkezine yerleştirdi. Bugün Ukrayna’da yürütülen yıpratma savaşı da aynı mantığın devamı niteliğinde, askeri baskının diplomatik alanı daraltma işlevi üzerinden okunmaktadır. Kremlin’in “NATO ile fiilen savaştayız” söylemi, bu zihniyetin güncel ifadesidir. Moskova, bu söylem aracılığıyla hem içeride toplumsal seferberliği diri tutmakta hem de Batı başkentlerine doğrudan mesaj iletmektedir: Ukrayna’ya verilen destek, Rusya tarafından salt dolaylı bir yardım olarak değil, doğrudan muhasama kategorisi olarak okunmaktadır. Bu, NATO ile ilişkileri yalnızca diplomatik çekişmeler değil, fiili çatışmanın alanı içine yerleştiren bir çerçeve sunar. Böylece savaş, Batı açısından “çıkmaz” anlamı taşıyan bir durumken, Kremlin için pazarlığın parametrelerini şekillendiren işlevsel bir araç haline gelir.

Rus askeri düşüncesinde sıkça dile getirilen sınırlı tırmandırma mantığı da bu yaklaşımı besleyen teknik zemindir. Seçilmiş noktalarda askeri baskıyı artırarak muhatabın risk algısını yükseltmek, ardından masada daha dar ve Kremlin lehine bir anlaşma zeminine çekmek bu stratejinin özüdür. Bu nedenle cephe faaliyetleri, altyapıya yönelik saldırılar ve diplomatik açıklamalar birbirinden bağımsız değil; aynı oyunun farklı sahneleri olarak görülmelidir. Rusya’nın savaş anlayışı bu perspektiften kavrandığında, Moskova’nın her hamlesi reaktif ya da irrasyonel görünmekten çıkar; tutarlı bir stratejik dokunun parçaları olarak anlam kazanır. Kremlin’in uluslararası sistemi okuma biçimi, çatışmayı siyasal tasarımın olağan bir unsuru kılar; bu da Batı merkezli analizlerin çoğu zaman neden hedefi ıskaladığını açıklayan temel faktörlerden biridir.

Bu kriterler dikkate alındığında, Rusya’nın politikaları tutarlı ve öngörülebilir hale gelir. Ukrayna’nın NATO’ya katılımını engelleme kararlılığı, işgal edilen bölgelerin Rusya toprağı olarak tanınmasını talep etmesi ya da Zelenskiy hükümetini gayrimeşru görmesi, Kremlin’in güvenlik merkezli ve imparatorluk hafızasına dayalı politik felsefesinin doğrudan yansımalarıdır.

İhlaller ve NATO ile Savaş Söylemleri

Eylül ayının başında yaşadığımız son gelişmeler, Rusya ile NATO arasında uzun süredir “gri alan” olarak nitelendirilen sınır hattını doğrudan sıcak temasın eşiğine taşıdı. Polonya’nın doğusunda 19 ila 23 arasında Rus menşeli insansız hava aracının sınır ihlali yapması, bu ülkede yalnızca güvenlik protokollerini değil, aynı zamanda NATO mekanizmalarını da harekete geçirdi. Polonya hava kuvvetleri bir kısmını düşürürken, hükümet NATO Antlaşması’nın 4. maddesini işletme kararı aldı. Böylelikle mesele, ikili bir sınır güvenliği sorunu olmaktan çıkarak kolektif savunma ittifakının gündemine getirdi. Benzer günlerde Romanya’da da bir Rus dronunun yaklaşık elli dakika boyunca ülke sınırlarında kaldığı ve hava kuvvetlerinin F-16’ları havalandırdığı bildirildi. Romanya Savunma Bakanlığı bu durumu “kabul edilemez” olarak nitelendirerek Moskova’ya diplomatik nota verdi. Olayın sembolik boyutu, Karadeniz hattının güvenliği bağlamında özellikle dikkat çekici; zira Romanya, NATO’nun doğu kanadında Karadeniz güvenliğinin merkezinde yer almakta ve Ukrayna’ya sağlanan lojistik destek hatlarının önemli kısmı bu güzergâh üzerinden yürütülmektedir. Bu ihlaller, NATO topraklarının ilk kez bu ölçekte Rus insansız sistemlerinin doğrudan hedefi haline gelmesi bakımından kritik bir eşik oluşturdu. Daha önce zaman zaman yaşanan küçük çaplı sınır ihlalleri, bu kez yoğunluk ve süre açısından farklı bir nitelik taşıdı. Olayların hemen ardından NATO, doğu kanadında hava savunma kapasitesini artırmaya dönük yeni konuşlanmaların sinyalini vermekte.

Kremlin de Polonya ve Romanya’daki ihlalleri izleyen günlerde dili sertleştirerek, “NATO ile fiilen savaştayız” ifadesini kamuoyuna taşıdı. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov’un ağzından dile getirilen bu söylem, basit bir retorik çıkışın ötesinde, Rusya’nın uluslararası sistemi nasıl okuduğunu yansıtan normatif bir işaret. Bu ifadeyle Moskova, Batı’nın Ukrayna’ya sağladığı askeri ve teknik desteği, salt dolaylı bir destek değil, doğrudan düşmanlık kategorisi içine yerleştiriyor. Bu söylem şu an için birkaç stratejik işlev gördü. İlk olarak, iç politikada savaşın meşruiyetini pekiştiriyor. Rusya kamuoyuna aktarılan mesaj, ülkenin yalnızca Ukrayna ile değil, Batı ittifakının tamamıyla mücadele ettiği yönünde. Böylece savaş, dar bir dış politika meselesi olmaktan çıkarak ulusal varlık mücadelesi olarak resmediliyor. İkinci olarak, söylem dış politikada bir baskı aracına dönüşerek, NATO topraklarında yaşanan drone ihlalleriyle eşzamanlı biçimde dillendirilen “fiili savaş” vurgusu, ittifakın doğu kanadında risk algısını yükseltmeyi amaçlıyor. Moskova, bu yolla NATO’nun karar alma süreçlerinde ihtiyatlılık yaratmayı, doğrudan çatışmadan kaçınma refleksini tetiklemeyi hedeflemekte. Üçüncü olarak, Kremlin’in ifadesi müzakere masasına dönük dolaylı bir mesaj niteliği taşırken, Rusya, çatışmayı diplomasinin alternatifi değil, diplomasiyi şekillendiren koşul olarak gördüğü için, bu tür sert söylemlerle müzakere parametrelerini önceden belirlemeye çalışmakta. “NATO ile fiilen savaş” söylemi, ileride olası diplomatik temaslarda Rusya’nın elini güçlendirecek bir zemin yaratmayı amaçlamakta.

Bu çevrede Kremlin, uluslararası hukuk normlarının ötesinde kendi güvenlik mimarisini dayatan bir aktör olarak yeniden konumlanmak istiyor. İhlallerin hemen ardından gelen söylem, Kremlin’in çatışmayı hem içeride bir seferberlik mekanizması hem de dışarıda pazarlık üstünlüğü kuran bir araç olarak kullandığını açıkça göstermekte.

Sahadaki Gerçekler

Ukrayna savaşında 2025 sonbaharı itibarıyla sahadaki tablo, her iki tarafın da uzun vadeli yıpratma stratejilerine dayalı bir çatışma düzenini tam olarak oluşturduğunu göstermektedir. Rusya, özellikle doğu cephesinde Donetsk ve Luhansk hattında yoğun saldırılarını sürdürmekte; bu bölgelerde kesintisiz topçu ateşi ve mekanize birliklerle baskı kurmaktadır. Kremlin’in “stratejik inisiyatif bizim elimizde” açıklamaları, cephe boyunca yürütülen bu sürekli taarruz mantığına dayanmaktadır. Ukrayna tarafı ise kuzeyde Sumy sınır hattında ve güneyde Zaporojiya çevresinde küçük de olsa kısmi ilerlemeler kaydetmekte, özellikle küçük yerleşim alanlarında Rus kuvvetlerini geri püskürtmeyi başarmaktadır. Zelenskiy yönetimi, Rusya’nın bu bölgelerde ciddi kayıplar verdiğini vurgulamakta, Ukrayna ordusunun esnek savunma hatları ve hareketli birliklerle direnç gösterdiğini öne çıkarmaktadır.

Savaşın en dikkat önemli unsurlarından biri haline gelen insansız hava araçlarında ise, Rusya, Ukrayna şehirlerine yönelik drone ve füze saldırılarını sürdürerek enerji altyapısını, lojistik hatları ve sivil bölgeleri hedef almakta; bu saldırılar hem askeri hem psikolojik etki yaratmaktadır. Ukrayna ise Rusya içlerinde, özellikle sınır bölgelerindeki enerji tesislerine ve lojistik merkezlerine düzenlediği drone saldırılarıyla Moskova’nın derinliklerine baskı uygulamaktadır. Bu karşılıklı saldırılar, savaşın artık yalnızca cephe hattıyla sınırlı olmadığını, iki tarafın da teknolojik araçlarla birbirinin iç dokusunu hedef aldığını ortaya koymaktadır. Genel tabloda, savaş bir “ilerleme ve geri çekilme” döngüsünden çok, uzun süreli yıpratma stratejisine dönüşmüştür. Tarafların kısa vadede kesin sonuç alacak bir hamle yapması zor görünmekte; cepheler, günlük küçük kazanımlar ve kayıplarla şekillenmektedir. Askeri denge, tarafların kırmızı çizgilerini değiştirmemekte, aksine mevcut pozisyonlarını daha da sertleştirmektedir.

Hangi Koşullarda Savaş Durur?

Savaşın durması meselesi, tarafların askeri gücü kadar politik tahayyüllerine de bağlıdır. Şu anda cephelerde oluşan denge, kısa vadede kesin zafer ihtimalini ortadan kaldırmış görünmektedir. Fakat bu dengenin barışa evrilmesi için tarafların önkoşullarına bakıldığında, birbirinden neredeyse tamamen zıt iki vizyon ortaya çıkar.

Moskova’nın perspektifi, savaşın sona ermesi için üç ana eksene dayalıdır. İlk olarak, Ukrayna’nın NATO üyeliği ihtimalinin kalıcı biçimde ortadan kaldırılması talebi vardır. Kremlin için bu mesele salt güvenlik kaygısı değildir; Batı’nın Doğu Avrupa’daki nüfuzunu sınırlamanın ve kendi tarihsel nüfuz alanını muhafaza etmenin şartıdır. Ukrayna’nın ittifaka katılımı, Rusya açısından yalnızca bir sınır güvenliği sorunu değil, devletin varoluşuna yönelmiş bir stratejik tehdit olarak kodlanmıştır. İkinci olarak, Rusya’nın fiilen kontrol ettiği toprakların kendi egemenliği altında tanınması şartı öne çıkmaktadır. Donetsk, Luhansk, Herson ve Zaporojya’da düzenlenen referandumlar, Moskova’nın bu bölgeleri geri dönülmez biçimde Rus toprakları olarak görmesinin siyasal ifadesidir. Üçüncü eksen ise Kiev yönetiminin meşruiyetine ilişkindir. Kremlin, Zelenskiy hükümetini muhatap kabul etmemekte ve Ukrayna’nın başında daha uyumlu, Moskova ile anlaşmaya açık bir liderin bulunmasını savaşın sona ermesi için zorunlu görmektedir.

Kiev’in perspektifi ise tamamen farklı bir düzlemde şekillenmektedir. Ukrayna açısından savaş, toprak bütünlüğünün korunması ve devletin bağımsızlığının güvence altına alınması meselesidir. Dolayısıyla savaşın durması, Rusya’nın işgal ettiği tüm bölgelerden çekilmesi ve uluslararası sınırların yeniden tesis edilmesi şartına bağlanmıştır. Ukrayna yönetimi için herhangi bir toprak tavizi, ulusal kimliğe ve devletin varoluşuna yapılmış bir ihanet olarak görülmektedir. Bunun yanı sıra Kiev, Rusya’nın uluslararası düzeyde savaş suçlarından sorumlu tutulmasını ve kalıcı bir tecrit politikasına tabi olmasını talep etmektedir. Bu yalnızca ahlaki bir beklenti değil, savaş sonrası düzenin kurulması için stratejik bir güvenlik önlemi olarak görülmektedir. Son olarak Ukrayna, Batı’dan alınacak uzun vadeli güvenlik garantileri ve sürekli ekonomik destek olmadan savaşın durmasını kabul etmeye yanaşmamaktadır.

Bu iki vizyon arasındaki uçurum, kalıcı barış ihtimalini neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Moskova’nın talepleri Kiev’in kırmızı çizgilerini doğrudan ihlal ederken, Kiev’in şartları da Moskova’nın elde ettiği kazanımları tümüyle ortadan kaldırmaktadır. Ortak bir zemin bulunmadığı için, savaşın yakın gelecekte ancak geçici ateşkes senaryolarıyla durması mümkün görünmektedir. Ateşkes, taraflara yeniden konumlanma ve güç toplama imkânı tanıyan bir ara formül işlevi görebilir; fakat uzun vadeli bir çözüm üretmesi beklenemez. Kısacası, savaşın durabileceği koşullar barışın koşulları değildir. Savaş, taraflardan birinin stratejik vizyonundan vazgeçmesi halinde değil, tarafların tükenme noktasına yaklaşması ya da geçici çıkarlarının çakışması halinde durabilir. Bu gerçek, savaşın inişli çıkışlı fakat süreklilik arz eden karakterini anlamak için temel bir anahtardır.

Kremlin’in Kısmi Barış Adımlarının Mantığı

Kremlin’in Ukrayna savaşı boyunca sergilediği tavır, barışa dönük samimi bir arayıştan ziyade, diplomatik açılımları stratejik birer enstrüman olarak kullanma eğilimini yansıtmaktadır. Moskova, sahada üstünlük elde edemediği dönemlerde ya da cephelerde büyük Ukrayna taarruzlarının beklendiği anlarda, uluslararası kamuoyuna “diyaloğa açık” mesajları göndermeyi tercih etmiştir. Bu yöntem hem askeri hem diplomatik alanda zaman kazanmayı amaçlayan kontrollü bir manevra biçimidir.

Bu yaklaşımın ilk boyutu, zaman kazanma ihtiyacıdır. Ukrayna’nın yaz aylarında başlattığı yoğun taarruzların Rusya açısından ciddi baskı yarattığı bilinen bir gerçek. Özellikle ağustos ayları (geçtiğimiz yıl Kursk’taki taarruzu hatırlamakta fayda var), Moskova için en kırılgan dönemleri temsil etmektedir. Kremlin bu dönemde barış ya da ateşkes ihtimallerini gündeme taşıyarak hem Ukrayna’nın saldırılarını frenlemeye çalışmakta hem de uluslararası toplumun dikkatini cephelerdeki askeri başarısızlıklardan diplomatik açılımlara yöneltmektedir.  İkinci boyut, algı yönetimidir. Kremlin, Batı’nın Rusya’yı sürekli olarak “savaşı körükleyen taraf” olarak resmetmesine karşı, kendi kamuoyuna ve uluslararası arenaya farklı bir imaj sunmak istiyor. Putin yönetimi, “barışa hazır ama Batı engelliyor” söylemini öne çıkararak, sorumluluğu karşı tarafa yüklemeye çalışmakta. Bu, içeride toplumun seferberlik duygusunu diri tutarken, dışarıda ise özellikle küresel güneyde Moskova’nın meşruiyetini pekiştirmeye hizmet eden bir araç olarak değerlendiriliyor. Üçüncü boyut ise müzakere parametrelerini önceden belirleme çabasıdır. Kremlin, savaşın sürmekte olduğu koşullarda dahi, gelecekte gündeme gelebilecek olası müzakere süreçlerine şimdiden çerçeve çizmek istemekte. “Ukrayna’nın NATO üyeliğinin engellenmesi”, “işgal edilen bölgelerin Rus toprağı olarak tanınması” ve “Zelenskiy hükümetinin gayrimeşru ilan edilmesi” gibi talepler, Moskova tarafından yalnızca askeri değil diplomatik gündemin de ayrılmaz unsurları olarak sürekli tekrar edilmektedir.

Kısmi barış adımları bu nedenle kalıcı çözüm arayışının ürünü değil; savaşın gidişatını kendi lehine yönlendirme girişiminin diplomatik yüzüdür. Kremlin için bu adımlar, cephede yıpratma savaşı sürerken, uluslararası alanda pazarlık üstünlüğü kazanmak adına kullanılan stratejik hamlelerdir.

Sonuç

Ukrayna savaşı, yalnızca iki ülke arasındaki askeri çatışma değil, aynı zamanda uluslararası sistemin kriz üretme kapasitesini ve mevcut teorik yaklaşımların sınırlarını gözler önüne seren bir laboratuvar işlevi görmektedir. Bu makale boyunca görüldüğü üzere, Batılı akademik çevrelerde ve uzman yorumlarında tekrarlanan hataların büyük kısmı, Rusya’nın davranışlarını kendi iç mantığı yerine dışsal teorik kalıplarla açıklama ısrarından kaynaklanmaktadır. Kremlin’in güvenlik merkezli politik felsefesi, imparatorluk hafızası ve çatışmayı araçsallaştıran siyasal tahayyülü dikkate alınmadığında, yapılan her analiz eksik ya da yanıltıcı olmaktadır.

Polonya ve Romanya’daki hava sahası ihlalleri, NATO’nun doğrudan sınırlarına yönelen Rus basıncının yeni bir eşik oluşturduğunu gösterirken; Kremlin’in “NATO ile fiilen savaştayız” söylemi, bu baskının yalnızca askeri değil normatif bir çerçeveye oturtulduğunu kanıtlamaktadır. Aynı şekilde sahadaki yıpratma savaşı, tarafların kırmızı çizgilerinden geri adım atmadığını, dolayısıyla kalıcı barış ihtimalinin neredeyse imkânsız olduğunu ortaya koymaktadır. Bu şartlar altında en fazla konuşulabilecek seçenek, taraflara yeniden konumlanma ve nefes alma imkânı tanıyacak geçici ateşkes senaryolarıdır. Ancak bu dahi, stratejik vizyonlar arasındaki uçurumu ortadan kaldırmayacaktır.

Kremlin’in zaman zaman gündeme taşıdığı kısmi barış adımları da bu gerçeğin teyididir. Moskova, bu açılımları samimi çözüm arayışının ürünü olarak değil, sahadaki baskıyı azaltmak, uluslararası algıyı yönlendirmek ve gelecekteki müzakere parametrelerini önceden belirlemek için kullanmaktadır. Bu, Rusya’nın çatışmayı yalnızca askeri bir süreç değil, aynı zamanda diplomatik tasarımın ayrılmaz bir parçası olarak gördüğünü bir kez daha göstermektedir.

Sonuç itibarıyla Ukrayna savaşı, uluslararası ilişkiler disiplinine şu temel dersleri sunmaktadır: Rusya’yı anlamak için Batı merkezli normatif teoriler değil, Kremlin’in tarihsel hafızası ve siyasal felsefesi esas alınmalıdır. Çatışmanın geleceği, taraflardan birinin rasyonel hesapları değil, karşılıklı olarak vazgeçilemeyen stratejik vizyonların çatışması tarafından belirlenecektir. Bu nedenle, mevcut koşullarda savaşın uzun vadeli ve inişli çıkışlı bir seyir izlemesi kuvvetle muhtemeldir.

Sadık ARPACI
Uluslararası İlişkiler, Rusya Uzmanı
Tel: +905459323677
E-Mail: by.sadik@hotmail.com

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Geleceğin Rus Lideri Dmitri Medvedev: Yaşamı, Siyasi Kariyeri ve Reformist Politikaları

2024 Yılında Rusya Ekonomisinin Görünümü ve 2025 Yılı Beklentileri

Rusya Federasyonu Anayasal Sistem ve Devlet Kurumları