Rusya’da Stratejik Şirketlerin Kurumsal İşlevi
Devlet ile ekonomi arasındaki ilişki, siyasal kurumların yapısal doğasına ve tarihsel evrimine bağlı olarak farklı biçimlerde tezahür etmiştir. Bu ilişki modernleşme süreci boyunca çeşitli teorik çerçevelerle tanımlanmış; liberal perspektiflerde sınırlı bir düzenleyici devlet modeli öne çıkarken, müdahaleci veya otoriter rejimlerde ise ekonomik alanın siyasal otoriteye entegre edilmesi belirleyici olmuştur. Özellikle 21. yüzyılın otoriterleşen siyasal sistemlerinde, bu ayrımın çok daha geçirgen ve melez bir forma evrildiği gözlemlenmektedir. Devlet, yalnızca hukuki otorite ya da idari kapasiteyle değil; aynı zamanda şirketler aracılığıyla ekonomik, toplumsal ve jeopolitik düzlemlerde yeniden konumlanmaktadır. Bu durum, şirket-devlet ilişkisinin salt ekonomik işlevler üzerinden değil, siyasal ve yönetsel bağlamlar çerçevesinde de analiz edilmesini zorunlu kılmaktadır.
Bu dönüşüm, özellikle Rusya
Federasyonu örneğinde belirginleşmektedir. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin
ardından yaşanan yapısal yeniden inşa süreci, yalnızca bir siyasi rejim
değişimini değil; aynı zamanda kamu ile özel arasındaki kurumsal sınırların yeniden
tanımlandığı bir moment üretmiştir. 1990’lı yıllarda özelleştirme sürecinde
ortaya çıkan oligarşik yapı, 2000 sonrası dönemde merkezi otorite tarafından
yeniden yapılandırılmış; böylece ekonomik güç siyasal sadakat temelinde
konsolide edilmiştir. Bu süreçte ortaya çıkan büyük ölçekli şirketler, yalnızca
ekonomik performanslarıyla değil; aynı zamanda dış politika, güvenlik ve
bölgesel yönetişim alanlarında üstlendikleri rollerle de dikkat çekmiştir. Bu
kurumsal melezlik, klasik anlamda ne tamamen piyasa rasyonelliğine dayalı bir
ekonomi, ne de bütünüyle merkezi planlamaya dayalı bir sistem olarak
tanımlanabilir.
Mevcut literatür, bu yapıyı
çoğunlukla “devlet kapitalizmi” ya da “karma ekonomi” gibi kavramlar üzerinden
betimlemektedir. Ancak bu terimler, ekonomik yapının siyasal işlevlerle iç içe
geçtiği özgül biçimlerini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Rusya örneğinde
olduğu gibi, şirketlerin yalnızca ekonomik değil; siyasal temsil, dış politika
taşıyıcılığı ve yerel otorite üretimi gibi alanlarda da merkezi roller
üstlenmesi, daha derinlikli ve çok katmanlı bir analizi gerekli kılmaktadır. Bu
noktada, neo-patrimonyalizm, yeni kurumsalcılık, yönetimsel melezlik ve siyasal
ekonomi kuramları, bu ilişki biçimini açıklamada daha uygun kuramsal çerçeveler
sunmaktadır.
Bu makale, Rusya’da devlet ile
şirket arasında gelişen bu hibrit yapıyı, tarihsel devamlılık ve kırılmalar
zemininde; teorik olarak ise siyasal sadakat, merkeziyetçilik ve kurumsal
kişiselleşme kavramları üzerinden incelemektedir. Çalışmada, devletin ekonomik
araçlar üzerinden yeniden örgütlenme biçimi, yalnızca merkezdeki otorite
pratikleriyle değil; aynı zamanda taşrada şirketlerin devlet fonksiyonlarını
üstlenmesiyle birlikte ele alınmaktadır. Bu analiz, örnekler üzerinden
yürütülen betimlemelerle sınırlı kalmamakta; tersine, siyasal rejimlerin
kurumsal doğasını çözümlemeye yönelik teorik bir öneri niteliği taşımaktadır.
Görünür Olanın Ardındaki Yapı
Devlet ile piyasa arasındaki sınır
çizgisi, modern siyasal yapılarda her zaman sabit kalmamıştır. Kimi dönemlerde
kamusal gücün ekonomik alana doğrudan müdahalesi artmış, kimi zaman ise
devletin rolü yalnızca düzenleyici bir çerçeveyle sınırlandırılmıştır. Ancak
21. yüzyılın karmaşık otoriter rejimlerinde gözlemlenen yapısal eğilim, bu
ikili ayrımı geçersiz kılacak düzeyde iç içe geçmiş bir modelin ortaya
çıktığını göstermektedir. Devletin ekonomik alandaki varlığı artık yalnızca
"mülkiyet" ya da "kontrol" gibi doğrudan araçlarla değil,
aynı zamanda kurumsal melezlikler, yönetsel bağımlılıklar ve dolaylı yetki
aktarımı gibi daha sofistike mekanizmalar üzerinden şekillenmektedir. Bu
yapının analizi için kullanılan “devlet kapitalizmi” ya da “karma ekonomi” gibi
kavramlar, genellikle piyasanın sınırlandırılması ya da devletin müdahalesi
üzerinden değerlendirilir. Oysaki otoriter rejimlerde gelişen şirket-devlet
ilişkileri yalnızca ekonomik rasyonalite ile açıklanabilecek nitelikte
değildir. Burada şirket, yalnızca üretim ya da gelir kaynağı değil; aynı
zamanda siyasal sadakat, bürokratik atama, dış politika aracı ve toplumsal
mobilizasyon unsuru haline gelir. Dolayısıyla analiz, klasik ekonomik
kategorilerden çok, neo-patrimonyalizm, kurumsal kişiselleşme ve ağ-toplum
ilişkileri gibi daha çok siyasal sosyolojiye ait kavramlar üzerinden
yürütülmelidir.
Neo-patrimonyal devlet anlayışı,
Weberyen rasyonel-bürokratik modelin dışında gelişen ama onunla melez ilişkiler
kuran bir yönetim biçimini tanımlar. Bu modelde hukuki rasyonaliteye dayanan
kurumsal yapılar yerini, kişisel sadakatlere, çıkar ağlarına ve merkezi
liderliğin çevresel kontrolüne bırakır. Otoritenin kurumsal meşruiyeti değil,
kişisel bağlar üzerinden üretimi ön plana çıkar. Bu bağlamda, devletin ekonomik
aktörlerle kurduğu ilişki, piyasa mekanizmasının değil; siyasal güvenliğin ve
otoritenin yeniden üretimi ile ilgilidir. Şirket, yalnızca bir üretim aracı
değil; aynı zamanda bir yönetim biçimidir. Yeni kurumsalcılık kuramı da benzer
biçimde, kurumların yalnızca formel yapıları üzerinden değil, informal
ilişkiler ve tarihsel patikalar üzerinden işlediğini vurgular. Bu çerçevede
bazı devletlerde şirketler, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda yönetsel
işlevler de üstlenir. Atama süreçleri, karar alma mekanizmaları ve kaynak
tahsisi gibi klasik devlet işlevleri, bu tür ekonomik aktörler üzerinden görünmez
biçimde yeniden yapılandırılır. Bu durum, özellikle ekonomik gücü siyasal
kontrolün bir uzantısı olarak gören otoriter rejimlerde daha belirgin hale
gelir. Bu teorik çerçeve, özellikle Rusya gibi devletin merkeziyetçi yapısını
koruduğu ve ekonomik gücü büyük ölçüde kontrol altında tuttuğu rejimlerde
açıklayıcı bir işlev görür. Ancak mesele yalnızca teorik kategorilerle sınırlı
değildir; aynı zamanda bu yapıların nasıl işlediğini gösterecek somut örneklere
ihtiyaç vardır.
Sovyet Kalıtı mı, Yeni Oligarşik
Kurgu mu?
Rusya’daki kamu-özel ilişkilerinin
günümüzdeki görünümü, yalnızca çağdaş otoriter yönetim pratikleriyle
açıklanamayacak ölçüde derin tarihsel katmanlar taşır. Sovyetler Birliği
döneminden itibaren devletin ekonomik yaşama mutlak hakimiyeti, özel girişim fikrini
yapısal olarak dışlayan bir model inşa etmiş; üretim araçlarının mülkiyetiyle
birlikte karar alma süreçleri de merkezi bir bürokratik iradeye bağlanmıştır.
Ancak bu durum, özel çıkarların tamamen ortadan kalktığı anlamına
gelmemektedir. Aksine, Sovyet sistemi içinde dahi, özellikle nomenklatura
sınıfı aracılığıyla dolaylı ekonomik ayrıcalıklar ve informal kaynak tahsisi
pratikleri gelişmiştir. Böylece, görünürde kolektif olan yapının ardında,
fiilen çıkar temelli bir ayrıcalık rejimi şekillenmiştir.
1980’li yılların sonlarına doğru
hız kazanan yapısal çözülme, bu ayrıcalık rejimini daha da görünür kılmıştır.
Sovyetlerin çöküşü ile birlikte merkezi planlamanın dağılması yalnızca
ideolojik bir kırılma değil, aynı zamanda ekonomik gücün kimler tarafından
nasıl kullanılacağına ilişkin yeni bir mücadelenin başlangıcı olmuştur. Bu
geçiş sürecinde, devletin elinde bulunan ekonomik varlıklar hızla
özelleştirilmiş; ancak bu özelleştirme süreci şeffaflıktan uzak, siyasi
bağlantılarla örülü ve hukuki altyapısı zayıf biçimde yürütülmüştür. Ortaya
çıkan yapı, piyasa kurallarının egemen olduğu bir kapitalizmden çok, belirli
aktörlerin –çoğunlukla eski bürokratik elitlerin– ekonomik kaynakları hızla
özelleştirdiği bir oligarşik dönüşüm modelidir.
1990’lar boyunca güçlenen bu
oligarşik yapı, yalnızca ekonomik hayatı değil, siyasal karar alma süreçlerini
de etkiler hale gelmiştir. Öyle ki, bazı oligarklar ulusal medya kanallarını,
siyasi partileri ve hatta devlet başkanlığı makamını etkileyecek düzeyde bir
güç elde etmişlerdir. Ancak bu denge uzun ömürlü olmamıştır. 2000 yılında
Vladimir Putin’in iktidara gelişiyle birlikte, devletin bu dağınık ve çoğulcu
yapısı yeniden merkezileştirilmiş; ekonomik gücün siyasal güce paralel olarak
örgütlenmesi süreci başlatılmıştır. Bu dönüşüm, sadece yeni bir yönetim
anlayışının değil, aynı zamanda devlet-şirket ilişkilerinin yeniden
kurgulandığı bir yapısal evrimin habercisidir.
Putin dönemi, özelleştirilen ama
tam anlamıyla serbestleşmeyen bir ekonomik yapının, yeniden siyasi otoritenin
kontrolü altına alınmasını hedeflemiştir. Devlete stratejik öneme sahip
sektörlerdeki şirketler aracılığıyla nüfuz kazandırılmış; bu şirketler, hem
ekonomik kapasite hem de siyasal sadakat temelinde yeniden dizayn edilmiştir.
Böylece “şirketleşmiş” ama aynı zamanda “devletle uyumlu” bir ekonomik blok
yaratılmıştır. Bu yapı, klasik anlamda bir piyasa ekonomisi değil; daha çok
çıkar gruplarının devletin stratejik hedeflerine entegre edildiği bir
yarı-merkezi modeldir. Sovyetler'den devralınan merkeziyetçilik ve 1990'ların
oligarşik elit yapısı, Putin döneminde birleşerek hem ekonomik hem siyasal
işlevler üstlenen bir şirket-devlet melezliği yaratmıştır. Bu melezlik,
geçmişin yönetim tekniklerinden izler taşırken, aynı zamanda yeni bir otoriter
rasyonalite üretmektedir. Ne tam anlamıyla bir planlı ekonomi, ne de liberal
bir piyasa; aksine siyasal sadakat ile ekonomik ayrıcalık arasında kurulan
stratejik bir denge alanı söz konusudur.
Stratejik Dev Şirketlerin İşlevsel
Analizi
Modern devlet aygıtının ekonomiyle
kurduğu ilişki, yalnızca üretim ve dağıtım mekanizmalarıyla sınırlı olmayan
daha geniş bir siyasal işlevsellik içermektedir. Özellikle merkeziyetçi
rejimlerde devletin ekonomik aygıtları, klasik anlamda piyasa aktörlerinden
farklı olarak yalnızca gelir ve istihdam yaratma işlevleriyle sınırlı kalmaz;
aynı zamanda siyasal meşruiyet üretimi, toplumsal denetim ve dış politika
taşıyıcılığı gibi çok katmanlı rollere sahip olur. Bu tür aygıtlar, literatürde
çoğu zaman “stratejik şirketler” ya da “devlet destekli aktörler” (state-backed
actors) olarak tanımlansa da, otoriter sistemler içinde bu tanımlar yeterince
açıklayıcı değildir. Çünkü bu yapılar ne tam anlamıyla kamu kurumu, ne de özerk
piyasa kuruluşlarıdır. Aksine, kurumsal özerkliği sınırlı, siyasal bağlılığı
yüksek ve fonksiyonel olarak çok amaçlı yapıların somut tezahürleridir.
Bu yapıların işleyişinde, mülkiyet
yapısından ziyade fonksiyonel sadakat belirleyici hale gelir. Örneğin, bir
şirketin hisselerinin çoğu kamunun elinde bulunmasa dahi, yönetsel kadrosunun
siyasi iktidara bağlı olması, onun karar alma süreçlerinde bağımsızlık düzeyini
büyük ölçüde sınırlar. Bu yönüyle şirket, yalnızca bir ekonomik organizasyon
değil; aynı zamanda merkezi otoritenin sahadaki uzantısı, hatta kimi zaman onun
alternatifsiz temsilcisidir. Bu yapının en çarpıcı örneklerinden biri
Gazprom’dur. Sovyetler Birliği’nin mirası olan bu şirket, yalnızca doğalgaz
sektöründe bir tekel değil; aynı zamanda Rus dış politikasının taşıyıcı
omurgalarından biridir. 1993’te kurulan Gazprom, bir anonim şirket formunda
yapılandırılmış olsa da, üst yönetimi ve karar alma mekanizmaları doğrudan
Kremlin’e bağlıdır. Şirketin CEO’su Aleksey Miller’in, uzun yıllardır Vladimir
Putin’e doğrudan bağlı bir figür olması bu bağın yalnızca sembolik değil, aynı
zamanda fiili olduğunu göstermektedir.
Gazprom’un ekonomik gücü, yalnızca
Rusya içinde değil, Avrupa enerji piyasasında da belirleyici bir rol
oynamaktadır. Özellikle Almanya, İtalya ve Orta Avrupa ülkelerine yapılan
doğalgaz ihracatı, bu şirketi yalnızca bir enerji tedarikçisi değil, aynı zamanda
bir jeostratejik aktör konumuna taşımaktadır. Nord Stream 1 ve 2 projeleri bu
bağlamda yalnızca altyapı girişimleri değil; aynı zamanda Batı ile ilişkilerde
müzakere gücünü artıran siyasal enstrümanlar olarak değerlendirilmiştir. Gazprom’un
dış ticaret politikaları, çoğu zaman ekonomik rasyonalite yerine dış politika
hedefleriyle uyumlu biçimde şekillenmiştir. Örneğin, Belarus ve Ukrayna ile
yaşanan enerji krizleri yalnızca fiyatlandırma anlaşmazlıklarından değil, bu
ülkelerin dış politikadaki yönelimlerinden kaynaklanmıştır. Bu örnekler,
Gazprom’un karar alma süreçlerinde piyasa kurallarından ziyade, Kremlin’in dış
politika stratejilerine entegre biçimde hareket ettiğini açıkça ortaya
koymaktadır. Öte yandan, şirketin faaliyetleri yalnızca uluslararası düzlemde
değil; iç politikada da bir tür “ekonomik hegemonya” yaratma aracına
dönüşmüştür. Rusya’daki birçok bölgesel yönetim, doğrudan ya da dolaylı olarak
Gazprom’un yatırımlarına bağımlı hale gelmiştir. Bu durum, yalnızca ekonomik
merkezileşmenin değil; aynı zamanda siyasal kontrolün de Gazprom üzerinden
yeniden üretildiği bir yapının varlığına işaret eder.
Stratejik devlet şirketlerinin
yalnızca enerji piyasasında değil, aynı zamanda yüksek teknoloji, savunma ve
nükleer güç alanlarında da belirleyici roller üstlendiği görülmektedir. Bu
bağlamda Rosatom, sadece bir nükleer enerji üreticisi değil; Rusya'nın küresel
ölçekteki teknolojik kapasitesini ve jeopolitik nüfuzunu temsil eden bir
yapıdır. Şirketin faaliyet alanı, reaktör inşasından uranyum zenginleştirme ve
nükleer yakıt lojistiğine kadar uzanmakta; bu çok katmanlı yapı, onu teknik bir
işletmeden çok, siyasal-stratejik bir platform haline getirmektedir. Rosatom’un
dış projeleri, çoğu zaman ikili anlaşmalarla yürütülmekte ve bu anlaşmalar
yalnızca ticari değil, aynı zamanda diplomatik düzeyde yapılandırılmaktadır.
Örneğin Türkiye’de inşa edilen Akkuyu Nükleer Güç Santrali, yalnızca enerji arz
güvenliğini değil, aynı zamanda Rusya’nın Türkiye üzerindeki uzun vadeli
stratejik etkisini artırmayı amaçlayan bir girişimdir. Projenin finansmanı,
personel eğitimi ve teknolojik altyapısı tamamen Rosatom tarafından sağlanmakta;
bu da Türkiye’yi on yıllar boyunca bu yapıya bağımlı kılacak bir kurumsal
ilişki doğurmaktadır. Benzer yapılar İran, Mısır ve Hindistan gibi ülkelerde de
mevcuttur. Bu projeler aracılığıyla Rusya, enerji bağımlılığı kavramını sadece
fosil yakıtlar düzeyinde değil, nükleer teknoloji üzerinden de dış politika
aracı haline getirmektedir.
Enerji sektöründe bir diğer önemli
aktör olan Rosneft, özellikle petrol endüstrisinde dev bir ekonomik varlığa
sahiptir. Ancak bu büyüklük, salt ekonomik güçle açıklanamaz. Şirketin başında
bulunan Igor Seçin’in Putin’e olan kişisel yakınlığı, Rosneft’in karar alma
süreçlerinin siyasal merkezle doğrudan bağlantılı olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır. Şirket, özellikle yaptırımlar döneminde iç piyasadaki istikrarın
sağlanması ve stratejik enerji hamlelerinin yönetilmesinde Kremlin’e paralel
bir rota izlemektedir. Örneğin Venezuela, Küba ve bazı Afrika ülkelerinde
yürütülen petrol yatırımları, piyasa risklerine rağmen sürdürülmekte; bu da
Rosneft’in yalnızca bir şirket değil, aynı zamanda bir dış politika aracına
dönüştüğünü göstermektedir.
Bu yapının bir başka ayağını ise
Rostec oluşturmaktadır. Savunma sanayiine odaklanan bu devasa kompleks, hem iç
güvenlik hem de dışa yönelik silah ihracatında belirleyici rol oynamaktadır.
Rostec’e bağlı şirketler, Rusya’nın modern silah sistemlerinin üretiminde görev
almakta; ayrıca Suriye, Mısır ve Hindistan gibi ülkelerde savunma iş
birliklerinin yürütülmesinde aktif rol oynamaktadır. Rostec’in yöneticileri,
genellikle güvenlik bürokrasisinden gelen ve siyasal karar alma süreçlerinde
etkin figürlerden oluşmaktadır. Bu yapı, şirketin sadece üretici değil; aynı
zamanda stratejik kararların uygulayıcısı konumunda olduğunu göstermektedir.
Bu örneklerin tümü, Rusya’daki
stratejik şirketlerin birer “piyasa aktörü” olmanın ötesinde, devletin organik
uzantıları olarak konumlandığını göstermektedir. Bu şirketler, formel olarak
ticari yapılar olsalar da, işlevsel olarak devletin jeopolitik stratejilerini
taşıyan ve toplumsal düzenlemeyi destekleyen çok yönlü kurumlardır. Onları
benzerlerinden ayıran temel unsur, kurumsal melezliktir: Ne tamamen kamuya ait
klasik bürokratik yapılar, ne de özerk özel teşebbüslerdir. Bu ara form, onları
yönetim sisteminin bir parçası haline getirirken, aynı zamanda siyasal gücün
ekonomiye nüfuz edebileceği esnek platformlar olarak işlevselleştirir. Stratejik
devlet şirketlerinin tüm bu örnekleri, ortak bir kurumsal deseni ortaya
koymaktadır: Ekonomik üretim kapasiteleri ile siyasal işlevsellikleri arasında
geçirgen, asimetrik ve çoğu zaman görünmez bir bağ mevcuttur. Bu bağ, yalnızca
yöneticilerin siyasal elitlerle olan kişisel ilişkileriyle değil; aynı zamanda
şirketlerin faaliyet alanlarının doğrudan devletin stratejik çıkarlarıyla
kesişmesi üzerinden kurulur. Bu nedenle bu şirketler yalnızca ekonomik birimler
değil, aynı zamanda rejimin sürekliliğini sağlayan yapısal araçlardır. Kuramsal
olarak bu yapı, klasik kamu-özel ayrımının yetersiz kaldığı, literatürde
giderek daha fazla ilgi gören bir alan olan kurumsal melezlik (institutional
hybridity) içinde değerlendirilmektedir. Mülkiyet yapısının değil, işlevsel
pozisyonun esas alındığı bu çerçevede, söz konusu şirketler bir yandan piyasa
dinamikleriyle çalışır gibi görünmekte; öte yandan karar alma süreçleri,
stratejik yönelimleri ve yönetsel hiyerarşileri itibarıyla merkezi siyasal
yapıya doğrudan entegre biçimde işlemektedir. Bu durum, klasik anlamda ne
devlet kapitalizmi ne de sadece patronaj sistemiyle açıklanabilir. Aksine, bu
şirketler devletin yönetsel, diplomatik ve ideolojik alanlardaki kapasitesini
esnekleştiren, çoğaltan ve aynı zamanda görünmezleştiren yeni bir otoriter
yönetim teknolojisinin parçasıdır.
Bu yapının en dikkat çekici
özelliği, yasal biçim ile fiili işlev arasındaki farktır. Hukuki düzlemde
anonim şirket olarak tanımlanan bu kurumlar, uygulamada yarı-devlet kurumu gibi
faaliyet göstermektedir. Kamuya ait olmayan ama kamuya hizmet eden; özel
teşebbüs gibi görünen ama kamu adına karar alan; piyasa aktörü gibi davranan
ama piyasa dışı motivasyonlarla yönlendirilen bu kurumlar, modern otoriter
rejimlerin yönetsel mantığını anlamada kritik bir konuma sahiptir. Siyasal
sistem açısından bu yapı, doğrudan idari müdahaleye gerek kalmaksızın merkezi
kontrolün yaygınlaştırılması anlamına gelir. Yani Kremlin, valiler veya federal
ajanslar üzerinden değil, bu ekonomik aygıtlar aracılığıyla hem içerdeki
toplumsal alanları hem de dış politikadaki etki sahalarını denetim altında
tutar. Bu, hem yönetim maliyetini düşürür hem de siyasi meşruiyet krizini
görünmez kılar. Çünkü şirketler, kamuoyu nezdinde devletin değil, “teknokratik”
ya da “ticari” aktörlerin temsilcisi gibi sunulurlar. Böylece devletin ekonomik
aygıtları, aynı zamanda rejimin ideolojik aygıtlarına dönüşür. Bu analiz, Rusya
özelinde gelişmiş olsa da, benzer yapıların Çin, Körfez monarşileri, hatta bazı
otoriterleşen demokrasilerde de görülmesi, bu modelin küresel ölçekte
yaygınlaşan bir yönetsel strateji haline geldiğini göstermektedir. Devletin
şirketleşmesi ya da şirketin devletleşmesi tartışmaları, artık yalnızca
mülkiyet rejimiyle değil, siyasal işlevlerin ve yönetsel kapasitenin kim
tarafından, hangi araçlarla ve ne tür bağlılık biçimleriyle yürütüldüğüyle
ilgili hale gelmiştir.
Bölgesel Yönetimlerde Şirket-Devlet
İlişkileri
Rusya Federasyonu’nun geniş coğrafi
yapısı, merkez ile çevre arasındaki yönetsel ilişkileri tarihsel olarak farklı
düzlemlerde şekillendirmiştir. Sovyet döneminde güçlü bir merkezî otorite
altında örgütlenen bölgesel yönetimler, 1990’larda göreli özerklik kazanmış;
ancak bu özerklik siyasal istikrarsızlık ve ekonomik kırılganlıkla birlikte
merkezi hükümetin yeniden müdahalesine açık hale gelmiştir. 2000’li yıllarla
birlikte, merkezileşme yeniden yapılandırılmış; fakat bu kez yalnızca idari
komut zinciri üzerinden değil, ekonomik aktörler aracılığıyla da
gerçekleştirilmiştir. Bu süreçte şirketler, yalnızca ekonomik üretim birimleri
değil, aynı zamanda yerel otoritenin taşıyıcı kolonları haline gelmiştir. Bölgesel
düzeyde faaliyet gösteren büyük şirketler –özellikle enerji, madencilik,
savunma ve altyapı sektörlerinde yoğunlaşanlar– yalnızca yerel ekonomiyi değil,
aynı zamanda siyasal ve toplumsal düzeni de belirleyici biçimde
şekillendirmektedir. Bu şirketlerin yerel yöneticilerle kurduğu ilişkiler, çoğu
zaman karşılıklı bağımlılık ve çıkar birlikteliğine dayanmakta; yerel
yöneticiler şirketlerin kaynaklarına, şirketler ise yönetsel kolaylıklara
erişim sağlamaktadır. Böylece, formel anlamda devletin temsilcisi olan yerel
idareciler, fiilen şirket çıkarlarının garantörü konumuna gelebilmektedir. Bu
ilişkiler, yalnızca bireysel düzeyde değil, kurumsal ağlar üzerinden de işler.
Bölgelerdeki şirketler, altyapı yatırımları, sosyal yardımlar, eğitim ve hatta
güvenlik hizmetlerinde yerel kamu otoritesinin boşluklarını doldurmakta; zaman
zaman ise doğrudan bu hizmetleri üstlenmektedir. Bu durum, kamu
fonksiyonlarının özel sektöre devri anlamına gelmemekte; aksine, özel sektörün
kamu işlevleri aracılığıyla siyasal ve toplumsal meşruiyet inşa etmesi şeklinde
tezahür etmektedir. Yerel halk açısından bakıldığında ise bu şirketler yalnızca
işveren değil; aynı zamanda yaşam kalitesini belirleyen, gündelik hayatın
organizasyonuna yön veren kurumlardır. Devlete duyulan güvenin çoğu zaman bu
şirketler üzerinden üretildiği bölgelerde, merkezi otoritenin temsil gücü ile
şirketlerin fiili varlığı arasında güçlü bir özdeşlik oluşur. Bu yapı, siyasi
katılımı sınırlarken; yönetişimi merkez-şirket ekseninde konsolide eder. Özellikle
Rusya’nın Ural, Sibirya ve uzak doğu bölgelerinde, devletin varlığı çoğu zaman
şirketlerin kurduğu altyapılar ve yönetsel mekanizmalar aracılığıyla
hissedilir. Bu durum, merkeziyetçi otoritenin taşraya nüfuz etmesinde klasik
idari yolların yanı sıra, ekonomik bağlılık üzerinden örgütlenen hibrit bir
modelin geliştiğini göstermektedir. Böylece şirket, yalnızca bir ekonomik aktör
olmaktan çıkar; hem yerel toplumsal yapının düzenleyicisi hem de siyasal
otoritenin taşıyıcısı konumuna gelir. Bu kurumsal melezlik, merkez ile çevre
arasındaki geleneksel hiyerarşileri yeniden tanımlar. Devlet, formel
otoritesini taşraya doğrudan idari yollarla değil; bu ekonomik aktörlerin
kurumsal kapasitesi ve toplumsal etkisi aracılığıyla aktarır. Ortaya çıkan
yapı, modern devlet aygıtının merkezî bir otorite altında nasıl ekonomik araçlarla
yeniden üretildiğini gösteren çarpıcı bir örnek teşkil eder.
Sonuç Yerine
Modern otoriter rejimlerin siyasal
yapısı üzerine yapılan çalışmaların çoğu, kurumsallaşmanın derecesi, liderliğin
niteliği ya da yönetim teknikleri üzerinden ilerlemektedir. Oysa bugünün
değerleri , yönetimin niteliğini belirleyen unsurların yalnızca siyasal
mekanizmalarla sınırlı olmadığını, ekonomik aktörlerin işlevsel pozisyonları
üzerinden de rejim mantığının yeniden üretildiğini ortaya koymaktadır. Devletin
formel sınırları, ekonomik araçlar üzerinden şekilsizleşmekte; şirketin piyasa
aktörü kimliği ise siyasal işlevlerle birlikte yeniden tanımlanmaktadır. Bu
geçişkenlik, yalnızca Rusya gibi otoriterleşmiş yapılar için değil,
devlet-sermaye ilişkilerinin karmaşıklaştığı tüm rejimler için belirleyici bir
paradigma sunmaktadır. Rusya’daki stratejik şirketlerin yalnızca ekonomik
üretim birimleri değil; aynı zamanda siyasal düzenin taşıyıcı kolonları
olduğudur. Bu şirketler, üretim kapasitesinden ziyade, karar alma süreçlerine
olan entegrasyon düzeyleriyle rejimin istikrarında rol oynamaktadır. Gazprom,
Rosatom, Rosneft ve Rostec gibi aktörlerin yalnızca sektör liderleri olarak
değil, aynı zamanda dış politika taşıyıcıları, iç düzenleyiciler ve yerel
otorite yapılandırıcıları olarak işlev görmeleri, bu durumun somut örneklerini
oluşturmaktadır. Bu bağlamda “kurumsal melezlik” kavramı, analiz için yalnızca
betimleyici değil, aynı zamanda açıklayıcı bir değer taşır. Mülkiyetin kamuya
ya da özel sektöre ait olması, bu tür yapıların yönetsel işlevlerini açıklamak
için yetersiz kalmaktadır. Asıl belirleyici olan, bu yapıların siyasal
otoriteye olan bağımlılık düzeyi, yönetsel kararların alınma biçimi ve
toplumsal alan üzerindeki etkisidir. Kurumlar yalnızca kendi sektörleri içinde
değil; siyasal rıza üretimi, toplumsal konsolidasyon ve jeopolitik yönelim
alanlarında da işlevselleştikçe, klasik anlamda bir “şirket” olmaktan çıkar,
rejimin yeniden üretiminde aktif bir aktöre dönüşür. Bu dönüşüm, yalnızca
merkezi yapılarda değil, taşrada da benzer biçimde işlerlik kazanmakta;
devletin varlığı, bölgesel düzeyde şirketlerin altyapı, istihdam ve yönetişim
faaliyetleri üzerinden temsil edilmektedir. Böylece, devletin görünürlüğü özel
sektör aracılığıyla genişletilirken; şirketlerin kamusal fonksiyonları siyasal
sadakatle bütünleşen bir biçim alır. Ortaya çıkan yapı, yalnızca yönetimsel
değil, aynı zamanda ideolojik bir geçişkenlik yaratmakta; devletin doğasını
klasik kategorilerle anlamayı giderek zorlaştırmaktadır. Bu nedenle, modern
otoriter rejimlerin yalnızca siyasal kurumlar üzerinden değil, ekonomik
aygıtların siyasal işlevsellikleri üzerinden de analiz edilmesi gerekmektedir.
Rejimin sürekliliği, yalnızca güvenlik aygıtları ya da ideolojik aygıtlarla
değil; aynı zamanda ekonomik sadakat zincirleri ve stratejik şirket ağları
üzerinden sağlanmaktadır. Bu ağların kurumsal niteliği hem iç politikada
merkezi otoriteyi yeniden üretmekte hem de dış politikada devletin esnek ama
tutarlı bir şekilde hareket etmesine olanak tanımaktadır. Rusya örneği,
şirketin yalnızca bir “üretici” değil, rejimin taşıyıcısı haline gelebildiği
yeni bir yönetim modelini gözler önüne sermektedir. Bu model, yalnızca Rusya’ya
özgü de olmayıp, giderek küresel ölçekte karşılığı bulunan, piyasa ile devlet
arasındaki çizgileri ortadan kaldıran bir siyasal iktisat formudur. Bundan
sonra atılacak kuramsal adımlar, şirketin işlevsel konumunu devletin dönüşüm
sürecine entegre eden daha rafine analiz biçimlerine yönelmelidir.
Sadık Arpacı
Uluslararası İlişkiler, Rusya Uzmanı
Tel:+90549323677
E-Mail: by.sadik@hotmail.com
Yorumlar
Yorum Gönder